Savaşı savunmak ancak bu kadar mantıklı olabilir

5 Nisan 2011’de T24’te yayınlandı https://t24.com.tr/haber/savasi-savunmak-ancak-bu-kadar-mantikli-olabilir,137023

Cengiz Çandar, savaşın 8. yılında Irak’ı yeniden düşünmemizi istiyor ama kendi düşündüklerinin gerçeklerle ilgisi yok…

Cengiz Çandar, “Irak’ı yeniden düşünmek”e davet etti bizi: Türkiye ve bölgede özgürlük, Radikal, 26 Mart. Yeniden düşünme müjdesini verdiği bu yazısının sonunda, 2003’te Irak’ta olanın “tarihi anlamda doğru olduğunu hep savunduğunu” söyledi. İki gün sonra da “düşündüklerini” yazmaya başladı.

Çandar, doğru karşılaştırmanın Irak 1991 ile Libya 2011 arasında yapılması gerektiğini söylüyor: “Zira Irak 2003, ABD’nin 1991’de yapması gerekene sırt çevirmesi yüzünden 12 yıl gecikmeli gerçekleşti.” Yani, ABD ve müttefikleri, 1991’de Bağdat’a yürümeli ve Saddam Hüseyin’i o zaman devirmeliymiş. 1991’deki harekat BM Güvenlik Konseyi kararıyla yapılmıştı. Çandar’ın yazısını okur okumaz BM’nin internet sayfasına girdim ve Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle ilgili Güvenlik Konseyi kararlarını satır satır okudum –toplam 20 tane. Bilindiği gibi, BMGK, genel bir silahlı müdahale kararı çıkartmıyor. Müdahalenin çerçevesini net şekilde belirtiyor. Irak’la ilgili kararların hiçbirinde Saddam Hüseyin’i devirmekten bahsedilmiyor, böyle bir yetki verilmiyor. Kuveyt’in bağımsızlığını tekrar kazanmasının sağlanmasından bahsediliyor. Hukuk, meşruiyet gibi kavramlara pek yüz vermiyor Çandar; “Allah Allah!” deyip girmeliydi ABD ve müttefikleri ona kalırsa, ama diyemiyorlar işte!

Çandar’ın “Saddam Hüseyin’in işi 1991’de bitirilmeliydi” tezi hiç de yeni bir şey değil. Ta o zamandan beri tartışılıyor. Bu teze verilmiş çok sıkı cevaplar var, ama Çandar’a cevabını gayet yetkili ve özel birileri versin: Dick Chenney ile başlayalım. Chenney, 1991’de ABD Savunma Bakanıydı. 2003’teki Irak savaşının da mimarlarındandı ve o zaman da ABD Başkan Yardımcısıydı. Çandar “şahin”likte, bu en haşin Amerikan kartalını bile “sağ”ladı işte. Chenney 1992’de şunları söylemiş:

“Tahminimce, eğer Bağdat’a girseydik, askerî güçlerimiz hâlâ orada olacaktı. Ülkeyi biz yönetiyor olacaktık. Askerlerimizi tahliye edip evlerine göndermek mümkün olmayacaktı. Parmak basılması gereken son nokta ise zayiat meselesi. Bana kalırsa, bu iş çok daha fazla ABD zaiyatı olmadan yapılamayacaktı. 1991’deki savaş, düşük bilançosuyla herkesi hayran bıraksa da, ölen 146 Amerikalı ve aileleri için pek de ucuz bir savaş sayılmazdı. Aklımda Saddam Hüseyin’in fazladan kaç Amerikan şehidine değer olduğu sorusu var. Cevap, pek de fazla olmadığı. Bence Saddam’ı Kuveyt’tin dışına itmekte haklıydık. Başkan bu kadarıyla amacımıza ulaştığımıza ve Irak’ı ele geçirip yönetmek gibi sorunlara boğulmamaya karar verdiğinde de doğru yoldaydık.” (http://en.wikipedia.org/wiki/Gulf_war) (Chenney’nin 1992’de dedikleri, kendisinin hazırladığı 2003 savaşında başına geldi.)

Savaş döneminin ABD Başkanı George Bush ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Brent Scowcroft, 1998’de birlikte yazdıkları kitapları A World Transformed’da aynı kaygıyı paylaşmakla beraber şu ek bilgiyi de veriyor: Böyle bir hamle ittifakı parçalardı. (http://en.wikipedia.org/wiki/Gulf_war)

Gayet güvenilir bir Ortadoğu uzmanı olan Stephen Zunes da Bush ve Scowcroft’u doğruluyor: “Başkan George Bush tarafından binbir güçlükle biraraya getirilmiş geniş milletler koalisyonu dağılacaktı. Gerçekten de, gazete haberleri ve savaşı izleyen zamanda Körfez’deki Arap monarşilerinin dışişleri bakanları ve diğer hükümet yetkilileriyle kendi yaptığım mülakatlar savaşı daha ileri taşımak için kesinlikle destek bulunmadığını gösteriyordu.”

Zunes, ABD’nin, ciddi beşeri sorunlara yol açacak şekilde gereksiz yere Irak’ın sivil altyapısına zarar verdiği, Irak birliklerini Kuveyt’ten çıkarmak için gerekli olanın ötesine geçtiği yolunda kuvvetli kaygılar olduğunu da not ediyor. Aynı zamanda, Chenney’nin kaygılarının da gerçeği yansıttığını anlatıyor. (“Why the U.S. did not owerthrow Saddam Huseyin”, Foreign Policy in Focus, 1 Kasım 2001)

1991 savaşından sonra olanlar konusunda haklı Cengiz Çandar. ABD, öncelikle güneydeki Şiileri bir ayaklanmaya kışkırttı; sonra da kuzeyde Kürtler örgütlendi. Washington da, daha önce de yaptığı gibi, ayazda bıraktı onları. Bu bölgeler uçaklara kapalıydı, ama helikopterlere kapalı değildi. Ve Saddam Hüseyin de gaddarlığını, 1980’lerde ABD’den aldığı helikopterlerle, gösterdi.

Fakat Çandar’ın ihmal ettiği bir şey var: ABD, İran’ı bölgede dengeleyebileceği için de Saddam Hüseyin’i devirmek istemiyordu. Irak’ın kontrolsüz bir şekilde dağılması, nüfusun Şii ağırlığından dolayı İran’ın nüfuzunu arttırabilirdi. ABD, 1980-88 arasındaki İran-Irak savaşında da Irak’ı destekledi. Doğrudan mali yardımı ve dolaylı askeri yardımı esirgemedi. Çandar’ın işaret ettiği gibi Halepçe’de kimyasal silah kullandı Saddam Hüseyin, ama Çandar’ın ihmal ettiği bir şey daha oldu bu sırada. Bu insanlık suçunu işlediği için Irak’a ambargo uygulanması yönündeki talepleri BM’de ABD engelledi. Üstelik, Irak, 1984’te İran’a karşı da kimyasal silah kullanmıştı. 2003’te Savunma Bakanı olan Donald Rumsfeld o sırada Başkan’ın özel temsilcisi olarak Bağdat’taydı. Irak’la ABD’nin diplomatik ilişkilerini o kurmuş, bizzat Hüseyin’le görüşmüştü. Hiçbir şey demedi kimyasal saldırıyla ilgili. Ve ABD, BM’den Irak’a ambargo kararı çıkmasını o zaman da önledi.

1991 savaşında Kuveyt’ten kaçan Irak askerlerini Irak içlerine kadar kovalayarak öldürdü Amerikan askerleri. Teslim olmak isteyenlere bile kulak asmadılar. En az 100 bin Iraklı öldü. 1991 saldırıları, o ana kadar görülen en yoğun bombardıman olarak tarihe geçti.

1991 ile 2003 arasında da boş durmadı Amerikalılar (ve İngilizler); ambargolar altında inleyen Irak’ı bombaladılar defalarca. Ambargo nedeniyle yeterli ilaç, gıda, bakım alamayan yüzbinlerce insan öldü. UNICEF her ay 4500 çocuğun öldüğünü açıklayıp durdu. Velhasıl, ülke kolu kanadı kırık, askeri gücü alabildiğine zayıflamış bir hale düştü. 2003 savaşı arefesinde, Noam Chomsky’nin dediği gibi, “ABD, sokaktaki adamın cebindeki çakıya kadar Irak’ın bütün askeri kapasitesini biliyordu”.

2003’e gelelim; şunu söylüyor Çandar: “Amerikalılar, öncesinde ve sonrasında ne kadar hata yapmış olurlarsa olsunlar, Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması doğru ve iyi bir şeydi. Saddam’ın yıkılmasının ardından Irak’ta ortaya çıkan ‘kanlı tablo’ya rağmen, esas olarak ‘insancıl’ doğrultuda varılmış bir ‘tarih istasyonu’ idi.”

Üstad, bu önermeye mutlak gerçekmiş gibi inanmazı bekliyor olmalı ki, bir illiyet rabıtası kurma gereği duymuyor. Nedenmiş o? Şüphesiz, Saddam Hüseyin gibi, insanlık suçlarından ötürü Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde mahkum olan ama bizim Cumhurbaşkanı ve Başbakanımızın can-ü gönülden ağırladığı Sudan diktatörü Ömer el- Beşir gibilerin olmadığı bir dünya gayet güzel olurdu. Fakat bu gibileri ortaya çıkaran, palazlandıran da sadece Irak veya Sudan halkı değil işte. Şu içinde yaşadığımız dünya düzeniyle ilgili bu mesele. Bir şeyin olmaması ile olmamasının nasıl sağlandığı ayrı meselelerdir. Her yol mübah değildir; yol varılacak yeri belirler. Çandar’ın sakınca görmediği veya göremediği yol, yani savaş ve ABD işgali, Saddam Hüseyin gibi liderleri vareden, kollayan, kullanan, işlevsiz kalınca da bertaraf eden yoldur.

İkincisi, 1991 savaşının aksine 2003’te bir BM Güvenlik Konseyi kararı yoktu askeri müdahale için. BM içinde büyük bir diplomatik mücadele yaşandı. Her ülkenin kendi pis hesapları olabilir, fakat bin türlü sahtekarlık, yalan, despotluk üzerine kurulu argümanları ABD ve Britanya öbür Güvenlik Konseyi üyelerine kabul ettiremedi. Aslında, Irak savaşından önce bir mücadele verilmiş oldu. Dünyanın nasıl bir düzenin eşiğine gelmişti ve nereye doğru evrilecekti; bununla ilgili bir mücadeleydi. İtiraz edenler, Çandar’ın üçüncü milenyumun başlarında temenni dozu yüksek bir şekilde ilan ettiği “21. yüzyıl Amerikan yüzyılı olacak” “saptama”sının gerçekleşmemesi için didindi. Dünya nasıl bir dünyanın eşiğindeydi peki? Doğu Bloku çökmüş, “yeni dünya düzeni” kurulmuş(!), ABD tek süper güç olarak kalmıştı. Fakat çok geçmeden görüldü ki, başka güç öbekleri de ortaya çıkmış ve çıkmakta: Çin, Brezilya, Hindistan… Nitekim, 1990’larda BM’nin daha demokratik, daha katılımcı bir yapıya kavuşturulması talepleri de dillendi ve bu yönde en azından zihin jimnastiği yapıldı. Çünkü aslında dünya da daha çoksesli hale gelmişti. Dolayısıyla kavga sadece Irak kavgası değildi, dünyanın yeniden nasıl şekilleneceği kavgasıydı. BM’de muhalefet edenler, ABD’nin sultasındaki bir dünyaya razı olmadıklarını ilan etmiş oldular.

ABD, BM’de uğradığı yenilgiyi BM’yi by-pass ederek, ezerek telafi etme ve hükümranlığını dünya aleme gösterme yolunu seçti. Kolu kanadı 1991 savaşında ve 12 yıl devam eden ambargoda kırılan Irak’ta bekledikleri olsa, halk Amerikan askerlerini kucaklayarak karşılasa ve tereyağından kıl çeker gibi Baas rejimini alaşağı edebilselerdi, Çandar’ın müjdesini verdiği “Amerikan yüzyılı” belki başlayacaktı!? Ama Irak’taki direniş, BM’den sonra, “cephe”de de ABD’nin yenilgisini tescillemiş oldu. (Bu arada: Robert Fisk, “İşgal ne kadar yakışıklıydı ki, direnişin yakışıklı olmasını bekliyorsunuz” demişti.)

Bu bakımdan, Çandar’ın hangi “istasyon”dan bahsettiğini anlamak zor. Tabii, dünyanın hızla değiştiği zamanlarda yaşıyoruz, daha da değişecek. Zor olacak ama daha çoğulcu bir dünyaya doğru gideceğiz, oraya gidemezsek yokoluşa doğru yol alacağız. Daha entegre, herşeye rağmen daha içiçe ve iletişim halinde bir dünyada yaşıyoruz. Irak da bunları atlatacak, ama önce Çandar’ın güzel bulduğu bu istasyondan kurtulması, arınması gerekecek.

“Asıl olarak insancıl doğrultuda varılmış” şu istasyona bir bakalım. War Without End: The Iraq War in Context adlı bir kitabı da bulunan sosyolog Michael Schwartz’dan fena halde budayarak aktarıyorum (Wrecked Iraq: What the Good News from Iraq Really Means, TomDispatch.com):

“Bir zamanlar Ortadoğu’nun en ileri toplumu –ekonomik, sosyal ve teknolojiik olarak—dünyanın en ümitsiz durumdaki ülkelerinden aşağı kalmayan bir ekonomik kötürüm haline getirildi. Baasçı devlet aygıtını ve onu besleyen ekonomik sistemi yoketmek için kamu iktisadi teşekküllerinin çok büyük kısmı kapatıldı. Ekonominin dayandığı temel imalat ürünleri kesilmiş oldu. İşsizlik rekor boyutlara çıktı. Kamu kurumları ve hizmetleri dağıtıldığı için tarım büyük zarar gördü. Elektrik şebekesi ve altyapısı dağıldı. Su şebekesi de aynı akıbete uğradı. Okullar Amerikan ordusunun karargahları olarak kullanıldığı için büyük tahribata uğradı. Ülkeyi ayakta tutan mühendislerin, akademisyenlerin, öğretmenlerin, teknisyenlerin büyük bölümü kaçtı…”

“İnsancıl doğrultuda varılmış tarihi istasyon” manzarası bu işte.

Çandar, yazısında, “Irak’a dair yalanlar” da sıralıyor. Ama Çandar’ın yalan listesinin gerçek yalanlarla hiç ilgisi yok. “Irak’ta 2003’ten sonra meydana gelen can kayıpları da işleyen ‘yalan makinesi’ tarafından çarpıtılıyor” diyor. Savaş öncesinde yalan makinesi olarak çalışanlar, ABD ve Britanya idi ve onların yalanlarıyla fikir yazısı yazanlardı. Savaş öncesinde BM’de Irak’ın kitle imha silahlarıyla ilgili sahte belgelere dayanarak dünyayı savaşa davet eden ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın 9 Eylül 2005’teki şu itirafı bunu göstermeye yeter: “ABD adına bunu dünyaya sunması gereken bendim ve bu daima sicilimin bir parçası olarak kalacak. Bu, sicilimde bir lekedir. Acı verici bir şey.” Ama Çandar savaşı çılgınca savunma derdiyle kör olduğu için kendi görmediği şeyi okurlarına da göstermek istemiyor. Biliyoruz ki, doğru bilgi için de kelimeleri kullanıyoruz, yalan söylemek için de ve tabii, gerçekleri saklamak için de kelimelere ihtiyacımız var. Susmak yeteri kadar saklamaz çünkü.

Çandar şöyle devam ediyor: “1 milyon kişi ölmüş. Kime göre? Bu rakam nereden çıkıyor? İsabeti ne? Rakam doğru değil. Ancak inanılmaz derecede abartılmış olması, çok büyük sayıda can kaybı olmadığını göstermiyor. Oldu.”

Irak’taki kayıplarla ilgili birkaç araştırma var. Ölü sayısını yüksek veren araştırmalardan biri hakemli bir dergide, Lancet’te yayınlandı. Fakat kimi metodoloji sorunlarından ve bir etik zaaftan (anket formlarında yer almaması gerektiği halde, görüşülen insanların ismi yazıldığından) tartışmalı bir araştırma. 2003-2006 arasında 650 bin kişinin öldüğünü söylüyordu. İngiliz kamuoyu araştırma şirketi ORB’nin 2007 yazında yayınladığı araştırma ise bir milyon kişinin öldüğünü tahmin ediyordu, ama bu araştırmada da metodoloji sorunları vardı ve hakemli bir dergide yayınlanmamıştı. Irak hükümetinin Dünya Sağlık Örgütü’nün işbirliğiyle yaptığı çalışma ise Haziran 2006’ya kadar 151 bin kişinin öldüğünü söylüyor. Bu çalışmaları değerlendiren Boston Graduate School of Psychoanalysis’ten Stephen Soldz (psikanalist, halk sağlığı araştırmacısı), bu dönem içinde en az 200 bin kişinin doğrudan şiddet eylemleri sonucu öldüğünü, savaşın ve şiddetin yarattığı olumsuz koşullar yüzünden ölenlerin sayısının ise yüzbinlerle ifade edilebileceğini söylüyor. (New Doubts Regarding the Lancet Iraq Mortality Study, zcommunications.org)

Acaba hangi sayıda infiale kapılmalıyız? Dehşete düşmemiz için nereye kadar çıkmasını beklemeliyiz? Bir milyonun ne kadar abartılı olduğunu bilmiyoruz. “İnanılmaz derecede abartı”yı çıkarınca nereye geliyor Çandar ve bu neyi kurtarıyor, Irak’ın bir ölüm tarlası haline geldiği gerçeğini değiştiriyor mu? Savaşı haklı çıkarmak için sarılınacak mesnet midir bu? (Çandar’ın neden infiale kapıldığını anlamak için aşağıdaki kutuya bir göz atın.)

Çandar diyor ki: Amerika öldürmedi bu kadar insanı. Savaş Pandora’nın kutusunun kapağını açtı. “Son on yıllarda baskı altında uyutulan Sünni-Şii çatışması dinamiği harekete geçti…”

Peki, sen ülkeyi bir cehenneme çevirmeseydin, sadece silah kullanma seçeneği bırakılan bir siyasi yarış ortamı yaratmasaydın, Pandora’nın kutusunu dünyanın en güçlü bombalarıyla ve yüzbinlerce kişiyi öldürerek açmasaydın da aynı yere mi varacaktık?

2003’te Cengiz Çandar da savaşı destekleyenlerden ve dahası Türkiye’nin de savaşa katılması gerektiğini savunanlardandı. Ortalıkta en çok dolaşan laflardan biri şuydu: “Oyuna katılmazsan oyunun kurallarını belirleyemezsin.” Tesadüfe bakın ki, bu laf WikiLeaks Türkiye belgelerinde karşımıza çıktı; Amerikalı diplomatlar, Türkiye’yi ikna etmek için bu “mantığın” üzerinde durulmasını tavsiye ediyor Washington’dakilere. Nasıl!?

Türkiye bu savaşa katılsaydı, acaba Kuzey Irak’ta nasıl bir manzarayla karşılaşacaktık? Kuzey Irak’ta ne haltlar karıştıracaktı acaba Türkiye? (Çandar yazısında şunu söylüyor ama gereken dersi çıkarmıyor: “Tezkerenin geçmesine, yani Türk askerinin Kürdistan’a konuşlanmasına en başta Iraklı Kürtler karşıydı. 1 milyon kişi buna karşı Erbil’de yürümüştü. Unuttuk mu?” Bir milyon kişi istemiyor, ama tabii Çandar, Türkiye’nin de, ABD gibi, “ortaya çıkan ‘kanlı tablo’ya rağmen, esas olarak ‘insancıl’ doğrultuda varılmış bir ‘tarih istasyonu’ kurmasını istiyor.

Çandar’ın istediği şey olsaydı, ellerimizden damlayan kanlara, savaş alanı haline gelmiş Türkiye’de akacak kanlar karışacaktı. (Hadi bir de Ahmet Davutoğlu’nu yardıma çağırayım: “Tezkere geçseydi Güneydoğu Anadolu savaş alanına dahil olacaktı.” 25 Kasım 2009, Habertürk) Tayyip Erdoğan, eli kanlı bir başbakan olarak tokalaşacaktı eli kanlı Irak Başbakanı Nuri el-Maliki ile. (Wikileaks belgeleri, Maliki’nin başbakanlığı döneminde Şii ölüm timlerini hükümetin işe koştuğunu söylüyor. Aslında, Irak’taki insanlık suçları için Wikileaks’e ihtiyacımız yok. Sekiz yılın gazete haberleri cehennemi dolduracak kadar vaka anlatıyor zaten. “İnsancıl doğrultuda varılmış tarih istasyonu” bu mu?

Cengiz Çandar, 2003’te Türkiye’nin de savaşa girmesini hararetle savunduğundan, 1 Mart tezkeresinin Meclis’ten geçmemesinin Türkiye’ye itibar kazandırdığını zinhar kabul etmek istemiyor, bunun değersiz olduğunu kanıtlamaya çalışıyor: “Irak 2003 ya da ‘yeni Irak’a ilişkin yalanlardan biri Türkiye ile ilgili. Türkiye, 1 Mart Tezkeresi’ni reddettiği, Irak’ta savaşa katılmadığı için Arap dünyasında bugün elde ettiği büyük itibara sahip olmuş. İlgisi yok.”

Hem de nasıl ilgisi var; hem sadece Arap dünyasında değil, Avrupa’da da itibar kazandı. Ben susayım da dönemin Lübnan Meclis Başkanı Nebih Berry konuşsun: “1 Mart tezkeresinin reddedilmesi dolayısıyla Arap dünyası Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni takdir ediyor.” (NTV, 13.12.2004)

“Irak’ta 1991 yılında yarım kalan, 2003 yılında hedefine ulaşan ‘değişim’i, Ortadoğu’nun diğer köşeleri farklı biçimlerde, şimdi yaşıyor.” Çandar’ın, yasadışı bir savaşla halkın özgürlük kalkışmasını bir tuttuğunu anlıyoruz. Abi Firdevs Meydanı (Bağdat) ile Tahrir Meydanı’nı aynı istasyon sanıyor. Türkiye de Amerikan aşırı sağcılarıyla yarışan şeyler söyleyen Cengiz Çandar’ı demokrat sanıyor. Söylediklerinden çıkan bu “her yol mübahtır” anlayışı da, prensipte, karşı durduğu vesayet anlayışıyla örtüşüyor.

Bu yazı Dünya ve Türkiye içinde yayınlandı ve , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın