Şimdilerde pek duymuyor olsak da Türkiye’yi yönetenlerin diline pelesenk ettiği bir söz vardı; özellikle Avrupa’dan gelen eleştiriler karşısında: “Ne yapalım, komşularımız, sizinki gibi, İsviçre değil ki.”
Şu Türkiye’yi Kürdüyle, Lazıyla, kaldığı kadarıyla Süryanisi ve Rumuyla İsviçre’nin yanına taşısak iyi olacak galiba, ama İsviçre için değil tabii. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan ‘Eyyy İsviçre!’ diye kükreyecektir, ‘kendine gel, nedir o kanton manton, derhal üniter yapıyı kur, yoksa karışmam. Türkiye sınırlarında herhangi bir tehdite göz yumamaz. Eyy Batı, kimse caydırıcılığımızı test etmesin!’
Bildiğiniz gibi, İsviçre kantonlardan oluşuyor. Üstelik ordusu da yok ve Erdoğan’ın şu anda emperyalizme ve terörizme karşı kahramanca bir yeni kurtuluş savaşı başlattığı Afrin’den birazcık büyük bir ülke alt tarafı. Zaten bütün İsviçre çakıları TSK’nın, bütün İsviçre saatleri de Zafer Çağlayan’ın hakkı. Hadi bakalım! Anlayacağınız, Türkiye gibi bir komşu İsviçre için pek tercih edilebilir görünmüyor.
Türkiye’yi yönetenlerin bu özdeyişini Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras tersinden kurdu geçen hafta. Türkiye’nin ne yapacağı belli olmayan, agresif bir ülke olmasından sızlandı ve Batılı dostlarının böyle bir komşuyla yaşamanın ne demek olduğunu bilmediğini söyledi. Komşuları Türkiye değil de Belçika ve Lüksemburg olduğu için rahat rahat konuşuyorsunuz, demeye getirdi.
Ne demişler, “Ev alma, komşu al”. Gelgelelim, Türkiye bu atasözünü epey çarpıtmış görünüyor. Bir ev edinmiş ve şimdi komşuları da kendi belirlemek istiyor. Önce de bu komşu binanın yöneticisine ‘Defol git, seni orada görmek istemiyor’ dedi ve bir de adamı defetmek için gizli kapaklı, kirli işlere girişti. Şimdi de komşu binanın bazı dairelerinin bin yıllık sahiplerine ‘Sen burada oturamazsın’ diyor.
Neden? Çünkü korkuyor. Çözemediği/çözmediği kendi sorunlarından korkuyor; Aziz Nesin’in ifadesiyle, kendi korkularından korkuyor. 2003 başında, Irak savaşına doğru hızla yol alırken ve AKP lideri Erdoğan bu meşum savaşa ülkeyi sokmak için canhıraş bir şekilde çabalarken “Bizi korkularımız savaşa sürüklüyor” demiştim. Savaşa girmeyi savunanların en temel sebebi, korkuydu. Şöyle formüle etmiştim kabaca:
“Biz girmesek, destek vermesek de savaş çıkacak. Dolayısıyla, biz de katılalım ki, özellikle Kuzey Irak’ta Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye düşürecek gelişmelere karşı durabilelim, bir Kürt devleti kurulmasını önleyebilelim. Ayrıca, girelim ki, Irak’ın geleceği yeniden şekillenirken biz de planlayıcılar arasında bulunabilelim, o masaya oturabilelim.”
Korku hala aynı! Sadece bu bile ülkenin bir arpa boyu yol gitmediğinin kanıtı. Bir de tabii, bu korku, daha önceki irtica korkusuyla birlikte, toplumun hizada tutulmasına, iktidar sahiplerinin o mevkilerini korumasına (askerin siyaset üstündeki vesayetinin sürmesine de) yarıyordu. Aynı korku, bugünkü iktidar sahibi Erdoğan’ın iktidarı kaybetme korkusunu bastırması, bu feci ihtimali bertaraf etmesi için kullanılıyor. Korkusuz görünen, “eski Türkiye”nin korkularından sıyrıldığını söyleyen bir liderin, gencecik insanları, Özgür Suriye Ordusu denen berbat varlığın şemsiyesi altında bir sürü selefi grubun yanına takıp ya ölüme ya ellerini kana bulamaya gönderme cesaretinin altında işte bu korku, yatmıyor, dimdik ayakta.
Bu eski korku 2003’te halktan destek görmemişti. Belki şöyle söylemek daha doğru, halk bu korkuya rağmen savaşa destek vermemişti. Anketler toplumun neredeyse yüzde 90’ının Erdoğan’ın Türkiye’yi sokmaya heveslendiği bu savaşa karşı olduğunu gösteriyordu.
Elimizde bir anket sonucu olmamakla birlikte halkın çoğunluğunun bugünkü Afrin işgalini desteklediğini sanıyorum. En azından Erdoğan’ın yüzde 50’sinden fazlasının desteklediğinden emin olabiliriz. Bu durum bile, AKP iktidarının 15 yıllık icraatının toplumu getirdiği noktayı gösteriyor: savaş karşıtlığından savaş seviciliğine. (Bu sürecin bir anlatımı şurada: AKP’nin ‘Güçlü Türkiye’ hedefi ve savaş hevesi)
İşin daha da vahim tarafı, bu savaş seviciliğinin güç ile eşleştirilmesi. Erdoğan ve medyası “Güçlü Türkiye” gazını salıp duruyor. Tarihçi Lord Acton, “İktidar çür(üt)ür, mutlak iktidar mutlak olarak çürütür” demişti. Türkiye’de iktidar mutlak olarak çürümüş durumda, ama bu kadarla kalmadı tabii, geniş bir toplum kesimini de çürüttü. Bu kesim pompalanan iktidar/güç (üstelik neredeyse dünya gücü) zehabıyla gemi azıya aldı.
Anladık, hiçbir ülke bölünmek istemiyor, ama bölünme korkusuyla yaşayan bir güçlü ülke olur mu ya da bölünme korkusuyla yaşayan bir ülke güçlü olabilir mi? Öyle bir güç iyi mi? Kürtler ayrılmak istiyor mu istemiyor mu bir yana, büyük toplum kesimlerinin huzur içinde yaşayamadığı, büyük bir baskı altında tutulduğu bir ülke Türkiye.
Erdoğan Türkiyesi, bütün o anti-emperyalizm ve ABD karşıtlığı nutukları eşliğinde karşı olduğu şeyin izinden gidiyor. “Büyük şeytan Amerika”nın izinde şeytan olmaktan kurtulamaz Türkiye, ancak küçük şeytan olabilir ve son Afrin işgaliyle bunu becermiş oldu işte. Ekonomisi, kaynakları ve teknolojisi cevaz verse büyük şeytan olacak ve bunu canıgönülden istiyor.
Bir katliama sebep olacağı aşikar olan (yalan söylemeden yalanlanamayacak ve inkar edilemeyecek bir haber için Robert Fisk’e bakın.) Zeytin Dalı harekatı, başkasının planıyla savaşa giren (karargah şu anda, Ragıp Duran’ın dediği gibi, Moskova’dır) Türkiye’nin güç gösterisidir aynı zamanda ve kesinlikle komşular ile bölge ülkeleri nezdinde Türkiye’nin “küçük şeytan” olarak tescillenmesidir.
Erdoğan istediği kadar nutuk atsın, Afrin’e dalan Zeytin Dalı, Ragıp’ın dediği gibi, “teröristler’e karşı bir saldırı olarak değil, Kürtlere karşı bir harekat olarak algılanıyor. Erdoğan, bir yandan da, ÖSO şemsiyesi altındaki radikal İslamcı gruplar marifetiyle burada yer tutup Suriye’nin kaderinin belirleneceği o melun “masa”da kullanacağı bir koz peşinde. Kendi veya maşaları hakimiyetindeki Afrin’e Türkiye’ye sığınan Suriyelileri yerleştirirse, daha iyisi Şam’da kayısı. Bütün bunların bir getirisi daha olacağını düşünüyor olmalılar: yıkılan Suriye’nin yeniden inşasında, en azından hakim oldukları bölgede, inşaat işlerini kapmak. En iyi bildikleri şeylerden biri.
ABD ve İsrail dış politikasını gözlemleyen uzmanlar, yıllar önce, şunun farkına varmıştı: Ne zaman bir askeri harekata girişseler, ABD ve İsrail silah firmalarının satışları artıyor. Yani savaşlar, silah üreticileri için bir nevi showroom! İnsanların kurban edildiği. Türkiye’nin de ağzı sulanmış herhalde; Başbakan Binali Yıldırım’ın harekatın başında medyaya hiza verirken silahların yerli ve milli olduğunu vurgulamalarını tenbih etmesinin bir sebebi de muhtemelen bu. (Konunun uzmanı değilim, ama SIPRI’nin sitesinde küçük bir gezinti bu silahların en azından bazılarının (mesela ATAK helikopteri ve Altay tanklarının – Afrin’de kullanılıyor mu bilmiyorum – kritik parçalarının başka ülkelerden alındığını gösteriyor.)
İşin doğrusu, Türkiye, İsrail ve Suudi Arabistan’la birlikte bölgenin en saldırgan ülkesi. Ortadoğu bir sorunlar yumağı, evet, ama Türkiye de sorunlardan biri, sorunlu bir ülke ve sorun yumağını daha da karıştıran bir ülke. Yani, komşularının İsviçre olmamasından yakınması abes, çünkü kendi de İsviçre değil ve ne kendinin ne de komşularının “İsviçreleşmesini” istiyor. Ancak sen huzur ve barış ülkesi olmaya çalışır, bu yönde yürürsen komşularını da buna teşvik edebilirsin. Silahlanma seferberliğiyle, şimdi olduğu gibi ancak hem suçlu hem güçlü olursun ve bu herkes için bela demek.
Türkiye askeri harcamalarını arttırıyor. Stockholm International Peace Research Institute (SIPRI) verilerine göre, 2016’da askeri harcamaları 15 milyar dolar; Ortadoğu’da Suudi Arabistan (63.6 milyar dolar) ve İsrail’den (18 milyar dolar) sonra üçüncü. En büyük 100 silah üreticisi içinde iki firması var. 2016’da 227 milyon dolarlık silah ihraç etmiş. Bunun 9 milyon doları “bilinmeyen alıcı(lar)a. Başka ülkelerde askeri üsleri var. Örtülü ödenek harcamaları yükselip duruyor; hayırlı işler yapılsaydı örtülü olmazdı. İçeride çevirdiği dolaplar yetmedi, MİT’e dış operasyonlar için yetkisi arttırıldı. ABD’nin bütün pisliklerini ve sadece pisliklerini örnek alın. Damadın insansız hava araçlarıınn, yandaş medya patronu Ethem Sancak’ın zırhlı araçlarının önü açıldı. Gayri nizami savaş eğitimi veren SADAT el üstünde tutuluyor, kurucusu Erdoğan’ın danışmanı…
Bu yolla “büyük şeytan”ın izinden giden “küçük şeytan”dan başka bir şey olunamaz. Bunlar savunmaya dönük hamleler olamaz. Daha fazla silahlanarak daha büyük tehdit olursunuz ve daha büyük tehditler altında kalırsınız.
“Terör” dediğiniz sorun ise bu yollarla asla çözülemez. Türkiye’nin imrendiği o büyük güce bir bakalım bu pencereden. ABD’nin askeri harcamaları 2016’da 611 milyar dolardı (Türkiye’ninkinin 40 katı); 2018 “savunma” bütçesini arttırıp 692 milyar dolar olarak onaylandı; önceki yıla göre . Ocak 2018 başında bilinmesini istedikleri kadarıyla açıklanan Milli Savunma Doktrini, bu artışı şöyle gerekçelendiriyordu: Daha fazla harcama ABD silahlı kuvvetlerini “daha güçlü”, ABD’yi de “daha güvenli” yapacaktır.
Askeri tarihçi Andrew C Bacevich’in işaret ettiği gibi, Başkan George Bush’un 11 Eylül 2011 saldırılarından sonra “terörizme savaş” ilan ettiğinden beri aynı amaçla 11 trilyon dolar harcamamış ve karşılığında bir zafer kazanmış gibi. ABD bu gücüyle ve “teröre savaş” bahanesiyle dünyayı düzenlemeye, hakimiyetini pekiştirmeye girişti. Afganistan daha beter bir cehenneme döndü ve bu zihniyetle oradan çıkabilme ümidi de yok. Irak’ı işgal etti, yüzbinlerce kişi öldü ve Irak “amacın” tam tersine o terörün kuluçkası haline geldi.
Milli Savunma Doktrini, “Bugün bir stratejik atrofi döneminden çıkıyoruz” diyor. Bacevich, kullanmamaktan, çok fazla oturup çok az hareket etmekten kaynaklanan kas atrofisini (zayıflamasını/erimesini) hatırlatıp şunu diyor:
“Tam tersi doğru. Başkan Bush, Obama ve şimdi de Donald Trump yönetiminde ABD askerleri koşturup duruyor. Tarihte hiçbir ulus birliklerini ABD’nin 2001’den beri gönderdiğinden daha çok yere göndermemiştir. Amerikan bombaları ve füzeleri bir sürü ülkeye yağdı. Dehşet verici sayıda insan öldürdük.”
Amerikan askeri hamlelerini iyi takip eden Nick Turse, yayılımı gayet net şekilde anlatıyor: “ABD Özel Harekat birlikleri 2017 itibariyle 149 ülkede konuşlanmış durumda; yani gezegendeki ülkelerin yüzde 75’inde. 2016’da, Obama döneminde 138 ülkede konuşluydular. “Teröre savaş”ı başlatan Bush döneminin sonuna göre neredeyse yüzde 150’lik artış. Amerikan komandoları Afrika’da, Ortadoğu’da, Asya’da terör gruplarıyla irili ufaklı savaşlarda muharebe ediyor.”
İşte bunlardan birine de Türkiye’yle birlikte Suriye’de selefi grupları destekleyerek, kışkırtarak girmişti. Suriye’nin şimdiki halini söylememe gerek yok. ABD Özel Kuvvetleri’nin sayısı “teröre karşı savaş”la artmaya başlamıştı ve bugün 70 bini buldu.
Sonuç? Terör o gün bugün daha da azmış durumda ve daha da azacak.
Türkiye’nin, Erdoğan’ın peşine takıldığı mantık bu, şanlı Zeytin Dalı harekatı bunun ürünü. Sonuç, ABD’nin ulaştığı sonuçlardan farklı olmayacak. Kürt meselesini yalın bir terör sorunu olarak görürseniz ve yetmiyormuş gibi bir de sağa sola dalarsanız ve elinizin ulaştığı her yere ve her soruna asker, barut, füze yetiştirmeye kalkışırsanız yeteri kadar bela yüklü dünyaya büyük bir bela daha yüklersiniz. Türkiye bunu yapıyor.
Fakat Erdoğan Afrin’de bir zafer kazansa bile, ki çok şüpheli, bu bir zafer değil, kayıp olacak. İşin doğrusu, Afrin saldırısı başladığında bu ülke ve bu toplum kaybetti zaten.
Kürt sorununun silahla çözülemeyeceği birden çok kanıtlanmış durumda. Tekrar kanıtlamaya çalışmanız kanıtları tüketmeyecek. Şimdiye kadar tükettiği ne varsa onları tüketecek. Yüz milyarlarca dolar tüketildi; onlarla neler yapılabilirdi halbuki. Binlerce insan can verdi; binlerce insanın eline kan bulaştı; insan öldürmeyi öğrenmiş ne kadar çok insanla beraber yaşadığımızı bir düşünün. Köyler yakıldı, boşaltıldı; şehirler yıkıldı, bombalandı. İnsanlara zulmedildi, işkence edildi. Demokrasi, olan kadarıyla, tüketildi ve Kürt meselesi konuşup müzakere ederek, demokratik yollarla çözülmeden bu ülkeye demokrasi gelemez. Adalet, ahlak, vicdan, hakşinaslık tüketildi. Yerine konulması zor şeyler bunlar.
Türkiye’nin barış ve huzur ülkesi olmanın yolunu aramaktan başka çaresi yok. Özellikle bu coğrafyada. Emperyalistlerin yöntemleriyle, mantığıyla emperyalistlerle yarışmak, bu oyundan çıkmamak tedrici intihar, yokoluş demek.
Güç iştahıyla şahlanmış kitleler, bugünkü dünyayı yapan hamuru daha da büyüterek yoğurduğunun farkında değil. Bari dünyaya meydan okuyan liderlerinden o çok sevdiği sahnede yerini almasını talep etseler. Hani Fatih Mehmed, İstanbul’un fethi sırasında işler sarpa sarınca hiddetlenir ve askerlerinin önünde atını denize, donanmaya doğru mahmuzlar. Haydi Erdoğan, senin neyin eksik, geç tankların ve ÖSO’nun önüne, şahlandır atını. Aman dikkat et, düşme.