En mantıklısı orduyu lağvetmek

Mustafa Alp Dağıstanlı

“Mantık sizi A’dan B’ye götürür. Muhayyile ise heryere.” Albert Einstein böyle demiş.

Muhayyilemin beni götürdüğü yer şu: Orduyu lağvedelim!

Evet, orduyu lağvedelim; gizli ya da açık, köhne veya postmodern darbelerden kurtulmanın en garantili yolu bu.

Hükümet 15 Temmuz’daki darbe girişiminden sonra şöyle bir sihirli formül yaratmayı düşünüyor: ‘Orduyu öyle bir şekilde yeniden tasarlayalım ki, hem güçlü olsun hem güçsüz. Bize karşı güçsüz olsun, düşmana karşı güçlü.’ Düşman, dış düşman olabileceği gibi, Kürtler veya madencilik faaliyetiyle katledilecek Cerattepe’de direnen Artvinliler gibi iç düşman da olabilir.

Bu, güçlü orduya sahip veya sahip olmak isteyen bütün ülkeler için böyledir. Şiddet üreten her ülke güçlü ordu yaratma peşindedir. En büyük şiddeti ABD ürettiği için en güçlü ordu da onun. Bütün ülkelerin askeri harcamalarının toplamı bir trilyon 663 milyar dolar; sadece ABD’ninki 596 milyar dolar. (Kaynak: SIPRI https://www.sipri.org/research/armament-and-disarmament/arms-transfers-and-military-spending)

Arada ton geçişleri olmakla birlikte iki temel ayrım var: Bir uçtaki örnek olan Amerika Birleşik Devletleri’nde ordu siyasi iktidarın denetimindedir; ama ‘askeri-endüstriyel kompleks’ iş görür. Bu ülkelerde darbeler olmaması siyasi kültürle, siyasi yapılarla, demokrasi düzeyiyle, geleneklerle de ilgilidir şüphesiz.

Öbür uçta ise, Kuzey Kore’de olduğu gibi, siyasi iktidarla ordu zaten aynıdır; darbelere gerek yoktur, kim kime darbe yapacak! Darbe, orduyla çakışmış iktidar klikleri arasındaki mücadelenin araçlarından biridir. Türkiye gibi arada ama askerin varlığını kuvvetli hissettirdiği ‘darbe ülkeleri’ var bir de. Bunların bir kısmı birinci, bir kısmı ikinci gruba yakındır.

Türkiye birinci gruba yakın gibiydi, ama nereye yaklaşacağı biraz bulanık şu anda. AKP çizgisi, Türkiye’yi İsrail benzeri bir yere yaklaştıracak gibi görünüyor. Savaş sanayiine yapılan yatırımlarla ‘askeri-endüstriyel kompleks’in hegemonyası sağlanacak. İki kamu firması, Aselsan ve Turkish Aerospace Industries (TUSAŞ -Türk Havacılık ve Uzay Sanayii), SIPRI’nin en büyük 100 silah üreticisi arasına girmiş durumda; ilki 73., ikincisi 89. sırada. (Büyük bela, yani Büyük Türkiye yaratmak istiyorlar. Bütün dünya için son derece tehlikeli bir durum. Ama tabii, ‘emperyalistlere günlerini göstereceğiz’, ‘onların karşısına dikileceğiz’, ‘milli çıkarlarımızı koruyacağız’, ‘1918’de açılan parantezi kapatacağız’ gibi ahmakça emperyal heveslerle bu yönelimi canı gönülden destekleyenler çoğunlukta.)

Velhasıl, AKP, o askeri-endüstriyel kompleksi besleyecek, ürünlerine talip olacak ve kullanacak güçlü bir ordu istiyor. Ama darbe de yapamamasını diliyor. Şimdi bulduğu formülün siyasi denetimi arttırarak bu işe yarayacağını kestiriyor. Bu düzenlemelerin ordunun askeri yeteneğini olumsuz etkileyeceğini söyleyenler çıkmaya başladı; o işi uzmanlarına bırakalım.

Ama şimdi varılan formül ve RTE/AKP’nin zihniyeti, ordunun siyasi etkilere daha açık olacağını gösteriyor. Kurumların özerkliklerini bir bela olarak görüyor RTE/AKP; ordununkini daha büyük bela… Denebilir ki, ordunun kendisi bir siyasi ‘etki’ olacağına siyasi etkilere açık olsun. Zaten bu çabaları faydasız bulmamın sebeplerinden biri, bu kafayla sürekli iki ucu boklu değnek pozisyonu yaratılması.

Yürürlükte olan ‘mantık’ bizi bu noktaya getiriyor. Ben muhayyilemin peşinden gidip orduyu lağvetmeyi öneriyorum. Bu öneri o değnekten sadece daha iyi değil, tek çözüm.

Diyeceksiniz ki, darbe güncel bir sorun ama daha büyük sorunlarımız var, daha büyük belalar kapıda bekliyor ve orduyu lağvedersek hemen kapıdan bacadan içeri dalarlar.

Ordunun lağvedilmesi önerisine karşı çıkarılan ilk gerekçe şu: “Ülkemizi işgal ederler hemen.” İlk gerekçenin bu olduğunu biliyorum, çünkü birkaç sene öncesine kadar, bir üniversitede verdiğim seçmeli derste “Ben padişah olunca orduyu lağvedeceğim, ne dersiniz?” diye sorardım öğrencilere. Büyük çoğunluğun ilk tepkisi bu olurdu. Tabii, benim deli olduğumu düşündüklerini saklamaya çalışan muzip tebessümlerini saymazsak.

Korktukları şey belki de en korkulmayacak şeydi. Örnekler var tabii, ama bir ülkeyi işgal etmek o kadar da kolay bir şey değildir. Askeri olarak imkan dahilinde olup olmadığından bahsetmiyorum. Mesela Türkiye, Kıbrıs ‘Rum Kesimi’ni işgal edebilir mi? Askeri gücü Türkiye ile karşılaştırıldığında yok sayılabilir Kıbrıs. Hele bir edin bakalım! Uluslararası ilişkiler, bağlantılar, bağımlılıklar, güç dengeleri buna izin vermez. Güçlü olmanız tek başına yetmez. İşgal etmeye kalkarsanız büyük belalar açarsınız başınıza. Haa ABD kadar güçlü olmak istiyorsunuz…

Ayrıca, işgalden korkan ‘mantık’ düşkünü ‘gerçekçi’lere hatırlatırım ki, bu ülkede devlet kendi vatandaşlarına işgal kuvvetlerinin yapmayacağı fena muameleleri de yapmıştır, yapmaktadır. Milli ordunun da sayesinde. İşgalin bir hukuku vardır; işgalci güç bu uluslararası hukuka uymak zorundadır. İşler uygun yürümez tabii genellikle. Ama Türkiye devleti göstermelik olarak bile bir hukuka uymak gereğini duymuyor.

Orduyu lağvetmekteki zorluk işgal tehlikesinden kaynaklanmıyor. (Hükümet şimdi Fetullahçıların ülkeyi işgale kalktıklarını söylüyor; gördüğünüz gibi, ordunun varlığıdır iç-işgali de mümkün kılan.) Zorluk, ülkelerinin işgal edilmesinden korkan milyonların, zihinlerinin işgal edilip edilmediğiyle ilgili hiçbir endişe taşımıyor olmasında. Güçlü orduyla güçlü ülke olmaya çalışmak, milli çıkar edebiyatıyla huşuya gelmek, etrafında ve bölgende ve ‘inşallah’ tüm dünyada hükümran olmaya heveslenmek karşı olduğunu söylediğin emperyalist zihniyetin dümen suyunda olmak demektir. O ilişkileri yeniden üretmek demektir; dışına çıkmaya yarayan bütün kapıları pencereleri kapamak demektir. Zihnin işgal edilmiş demektir. Komplo teorileri kurup ah ulan ne de zeki olduğunu, büyük oyunu çözdüğünü düşünüp rahatlamakta; senin sandığın, aslında herkesin dilinde pelesenk olmuş muazzam komplo teorine kulak asmayanları da aptal diye aşağılayarak kendini yükseltmekte serbestsin.

Orduyu lağvetmek için siyasi irade ve bir zihniyet devrimi gerekir. O kadar da zor değil! Sorunları silahla, güçle çözemeyeceğinizi anlamanız için hem kendi tecrübeleriniz hem başkalarının tecrübeleri dağ gibi yığınlar halinde önünüzde duruyor.

Sorunları şiddetle çözme eğilimindeki her iktidar kuvvetli silahlı güçleri (asker, polis) hazır tutma sevdasındadır. Eşitsizlik üreten her yapı, askeri güce ihtiyaç duyar; askeri gücün toplumun mümkün mertebe her kesimi tarafından sorgusuz sualsiz meşru kabul edilmesini sağlamak ister. Sistem şiddet ürettiği için orduya ihtiyaç duyar ve ordu da şiddet üreterek daireyi tamamlar, böylece döngüyü sürdürür; iş yumurta-tavuğa döner.

Türkiye daha bebeklikten, anaokulundan, ilkokul birinci sınıftan itibaren sistematik olarak şiddet aşılıyor çocuklarına. İtaat bütün kötülüklerin anası ve babasıdır; çocuklara öğretilen ilk şey itaattir bu ülkede. İtaat, şiddetin en verimli kaynağıdır. Büyüklere itaat, milli ve dini hassasiyetlere itaat, devlete itaat… Bu toplum ‘erkek millet’tir, kadın erkeğe itaat etmelidir. Zaten ilk burada başlar ayrımcılık. Erkek, şiddettir. Bu kültür, bu toplum, bu devlet cinsiyetler arasında eşitsizlik yaratarak, o barışı kırarak başlatır hayata çocukları. Barış, öncelikle farklılıkları bilmek, tanımak, onlara saygı göstermekle mümkün. Türkiye ‘aynılar cenneti’dir. Sünniyle aynıysan, erkekle aynıysan, Türkle aynıysan, şimdiki durumda Sultan Recep Bey’in fikri ve kişiliğiyle aynıysan… Aynı olmayanlar, olmak istemeyenler ise itaat etmelidir: Kadın ve diğer bütün cinsel kimlikler erkeğe, bütün dini kimlikler (ve tabii allahsızlar da) Sünni kimliğe, bütün etnik kimlikler Türke, bütün fikirler devlete, iktidara, lidere… İtaat edenler ‘asli unsur’la aynılaşabildikleri ölçüde cenneti hakederler.

Bütün o ders kitapları, bütün müfredat ayrımcılık, eşitsizlik, haksızlık ve şiddet aşılar. Yıllaryılı aşılar. İşte böyle olduğu için de babalar, amcalar, erkek kardeşler kızlarını ve kızkardeşlerini öldürür, kocalar karılarını öldürür. Cinsellik saldırganlığın berisine gelemez; erkek, saldıramadığını öldürür, saldırabildiğini de bazan saldırdıktan sonra öldürür; başkasının cinselliğini başka erkeğe yar etmemek için öldürür; bu toplum sevişenleri öldürür. Bu toplum sevinenleri öldürür, ama sevinenler de sevinirken başkalarını öldürür. Kartopu oynayan insanı öldürür. Devlet işkencede öldürür, olmayan rögar kapağında öldürür, her tür ayrımcılık yaparak ve kendine uygun ayrımcılıkları koruyarak öldürür. Ama şiddet, zaten sadece ölüm/öldürmek değildir…

Zaten bu ülkenin kahramanları şöyle veya böyle asker, kahramanlıkları da asıl olarak askeridir; şiddet aşılar yani. Fethedersin sorunu çözersin; zaferden sonra bağışlar veya bahşedersin sorunu çözersin; savaşla çözemezsen demek ki yeteri kadar güçlü değilsindir, ‘açılan parantezleri güçlenince tekrar kaparsın’ (fethedersin) sorunu çözersin… Dolayısıyla orduya ihtiyacın vardır, güçlü bir orduya, giderek daha güçlü orduya, giderek… Şiddet şiddeti getirir, yeni sorunlar getirir…

Toplum, iliklerine işlemiş bu şiddetle yaşar, hareket eder. Devlet ve iktidarlar da muhtaç oldukları şedit kudreti ve şiddet meşruiyetini toplumun iliklerinde bulur. İşte bu şiddet mantığının bir sonucu olan Kürt meselesini silahla çözme vahşiliği onyıllardır sonuç vermiş değil, vermeyecek. Kendi şehirlerinizi yerlebir etmeyi sürüdürürsünüz bu ‘mantık’la. Bu ‘mantık’la giderek daha güçlü orduya ihtiyaç duyarsınız. Silahlanmaya harcadığınız para yetmez, durmadan artar ve kendi vatandaşınıza karşı yürüttüğünüz savaş maliyeti tırmanır durur. ‘İç barış’ dediğiniz şey muhayyilenizin bir ürünü, bu ‘mantık’la hiçbir zaman gerçekleşemeyecek bir hedef olarak kalır. İşte o zaman 600 bin kişilik orduya, 400 bin kişilik polise ihtiyaç duyarsınız.

O güçlü ordu, o güçlü orduyu kullanan kutsal siyasi şiddetin Kürtleri ezip sindirme çabasına seyirci kalıp rıza gösteren, meşruiyet sağlayan ahali, itiraza yeltendiğinde kendi maruz kalacağı şiddeti de hazırlamış, ona da meşruiyet kazandırmış oldu. Devletin gözyumulan her şiddeti, bir ‘başkası’nın mağdur edilmesine meşruiyet kazandırarak tuhaf bir durum yaratır: toplumun birçok kesimi aynı siyasi şiddettin mağduruyken, devlet birbirinin mağduriyetine seyirci kalanların sağladığı münferit meşruiyetlerle bir meşruiyet ağı oluşturur. İşte bu ağ da şiddeti, yani mantıksız olanı mantıklı kılar toplum için.

AKP iktidarının her tür itirazı şiddetle, polis ve asker ordusuyla fütursuzca, pervasızca, gaddarca bastırmaya girişebilmesinin sebebi ve kaynağı budur. (Beterin beteri ve derinin derini ve eskinin eskisi var: Ermeni kıyımını yok saymak, sadece eski bir acıya razı olmak değil, mevut şiddete de meşruiyet kazandırmak demektir; ve bugünkü şiddet ortamının daha geniş kaynağı odur…)

Tabiatı korumak için barış içinde mücadele eden ve hukuki bir sonuçla yaşam alanlarını kuratarmayı uman insanlara jandarmayla, polisle saldırırsanız, hukuki zemini eğip bükerek veya tamamen ortadan kaldırarak zulme başvurursanız, vatanınızı yabancı işgalden korunmak için tuttuğunuz ordunuzla ve öbür silahlı güçlerinizle doğayı (vatan parçalarını) katletmeye devam edersiniz. Katliam için, hukuku tanımamak için orduya ihtiyaç duyarsınız. İç barış yine çıkmaz ayın son çarşambasına kalır.

İktidarın çeşitli kararlarını beğenmeyip, hiçe sayılmayı kabul etmeyip sokaklara çıkarak taleplerini ve protestolarını dile getiren insanları askerinizle, polisinizle öldürerek, saldırarak susturmaya, bastırmaya çalışırsanız katil olmaktan kurtulamazsınız. Orduya, silaha ihtiyaç duyarsınız tabii, itiraz edenleri içeri tıkmak ve/ya öldürmek için.

Sizden olmayanlara, sizin gibi olmayanlara, sizin gibi yaşamayanlara eşit haklar ve fırsatlar tanımazsanız iç barış Kaf Dağı’nın ardındadır, ulaşılamaz. Alevileri düşünün mesela. Bu gaddar ayrımcılık ve vahşi eşitsizlikler şiddet kaynağıdır. Ve bu hakları bahşedemezsiniz, teslim edilmesi gereken haklardır bunlar. Zaten bahşetme konumunun varlığı, iç barışın, demokrasinin önündeki en büyük engeldir. ‘Bahşetme demokrasisi’ orduya ihtiyaç duyar. Bahşettiğinizle yetinmeyenleri hizaya sokmak gerekir.

Ve bunları yaparken, zaten şiddet arzusu şırınga edilerek yetiştirilen topluma ekstra şiddet tavsiye edersiniz, insanları şiddete teşvik edersiniz. Çoğu durumda sırf şiddet kullanarak yaparsınız bunu; ve medyanızla, bütün ideolojik aygıtlarınızla şiddete güzellemeler düzerek, sorunlarınızı böyle çözebileceğiniz konusunda sürekli ve güçlü bir kanaat oluşturarak; kimi zaman da toplumu düpedüz şiddete davet ederek (“Yüzde elliyi zor tutuyorum!”).

Uzaklaşmadan konuşalım. Suriye’de Türkiye’nin de, öbür ülkelerin de silahlı rejim değiştirme çabası bir cehennem yaratmaktan öteye gitmedi. Ayrıntılara girmiyorum. Uluslararası ilişkilerinizi, özellikle komşularınızla ilişkilerinizi rekabet, üstünlük kurma ‘mantık’ına oturtursanız güçlü orduya ihtiyacınız olur ve başınız beladan kurtulmaz.

‘Abi komşularımız İsviçre değil ki…’ mantığı minik bir zihniyet, ahlak ve zeka devrimini gerektiriyor zaten. Anla! sen de İsviçre gibi bir komşu değilsin bir kere ve senin komşuların da aynı şeyi senin için söylüyor. Sen silahlanmayan bir komşu olsan başkalarını silahlanmaya teşvik etmezsin. Komşuları veya bir bögeyi savaş alanı olmaktan çıkarmanın yolu, daha da silahlanmak değil, silahlanmamaktır. Herkes birden silahsızlanmıyor diye hiçbir aktörün silahsızlanmaması düpedüz aptallıktır, mantıksızdır ve silahlanmayı azdırır. Ama bu türden bütün mantıksızlıklarda olduğu gibi burada da öyle büyük ticari çıkarlar vardır ki, mantıksızlık çok mantıklıdır.

Türkiye, silahlanmaya en çok para harcayan onbeşinci ülke dünyada: 2015 rakamlarıyla 15.275 milyar dolar. Birinci sıradaki ABD ile arasındaki fark Sahra çölü kadar tabii. Ama Türkiye, silahlanma harcamalarının Gayri Safi Milli Hasıla’ya oranının yüksekliği bakımından yedinci, kamu harcamaları içinde silahlanma payının yüksekliği bakımından ise sekizinci sırada. (Kaynak: SIPRI https://www.sipri.org/research/armament-and-disarmament/arms-transfers-and-military-spending)

Hani İsviçre gibi olmayan komşularımız var ya, onlardan hiçbiri, Rusya’yı saymazsak, savaşmaya bizim kadar para harcamıyor. Bölge diye düşünürseniz Suudi Arabistan ve İsrail bizden yüksek. Ama tabii Ortadoğu silahlanmaya çok para harcayan bir bölge… Ve bu bölgede, biliyoruz ki, silahlanmak işgalden kurtulmanın da bir yolu değil, barış tesis etmenin de.

Yapmamız, talep etmemiz gereken şey, şu ana kadar bu ülkede hiç yapılmamış olan: sorunların çözümünde halka danışılması, karar alma mekanizmalarının insanlara alabildiğince açılması, her tür eşitsizliğin giderilmesi, itirazların dikkate alınması, her durumda diyalog ve uzlaşma yolunun aranması…

Konuşarak değil, çünkü bundan Türkiye’de siyaset sınıfının ve devletin anladığı şey, sadece kendisinin konuşmasıdır; diyalog kurarak, dinleyerek, müzakere ederek, saygı göstererek, anlamaya çalışarak sorunları çözmeye başladınız mı, buna karar verdiniz mi, orduyu lağvetme işlemine de başlayabilirsiniz yavaş yavaş. Zaten giderek ihtiyaç duymazsınız. Orduyu lağvetmek akşamdan sabaha olacak bir şey olmasa da ipe un sermeye de gerek yok.

Düşmanlıkları giderici politikalar geliştirmek, hamleler yapmak hiç de zor değildir. Ama öyle ‘dindar nesil yetiştiriciliği’yle, çocukların beyinlerini bazı değerlerin nakşedileceği bir tabla olarak görmekle, milli hassasiyetlere saygı kutsallamasıyla olmaz bu; o kafayla ancak düşmanlık ekersiniz, katliam biçersiniz.

Ordusuz bir ülke olamayacağı, bunun düşünülemeyeceği konusunda kandırıyorlar hepimizi. Çünkü savaştan para kazanıyorlar, silah üretip para kazanıyorlar, bunlar üzerinden büyük bir ekonomi dönüyor, ayrıca en az 200 bin kişi ordudan maaş alıyor, ayrıcalıklardan yararlanıyor, vs.. (Dört yüz bin kadar polis de cabası; asıl olarak halka baskı yapmak için en az 600 bin kişi devletten maaş alıyor; başımıza bela olsunlar diye vergilerimizle silahlı insanlar besliyoruz.) Silahlı örgütler için diyorlar ya, “Silah bırakamazlar, silahla varolmuşlar, varlık koşulları bu” diye, ordular da böyledir ve daha fazla böyledir.

Ordular bizi tehditlerden, tehlikelerden, düşmanlardan korumaz; ordular tehdittir, tehlikedir, düşmanımızdır.

Büyük bir şeyden bahsettiğimin farkındayım, fakat sade bir sorunun cevabını adım adım arayıp adım adım ilerlenebilir. Ece Ayhan’ın sorusunun cevabını: “Düzayak, çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?”

Einstein’ın sözüne dönersek… O sözdeki mantık, gerçekten de mantık. Bu yazıda sözünü ettiğim ‘silahlanalım ki güçlü bir ülke olalım, herkes bizden korksun’ bir mantık değil, bir zihniyet, bir klişe, bir kandırmaca. Ve aslında mantıksız. Aslında mantıklı olan şey, çok açık biçimde, orduyu lağvetmek. Başkalarının da kendi ordularını lağvetmesini beklemeden hem de.

Orduyu lağvetmeyi ‘hayal’, benim gibi düşünenleri ‘ayağı yere basmayan kaçık hayalperestler’ gibi gösteren şey bu önerinin mantıksız olması değil; mantıksız bir şeyin, yani ordunun, olmazsa olmaz, vezgeçilemez bir şey olarak bize yutturulması; böylelikle akıllarımızın çalınması. Orduyu lağvetmenin değil, yine Einstein’ın bir sözüyle söyleyelim, “önyargıları parçalamanın atomu parçalamaktan zor” olması.

Orduyu lağvetmenin gerçekçi olmadığını söyleyeceksiniz şimdi de. Acaba? Bir düşünün bakalım ‘gerçekçilik’ terimiyle de bir sıkıntımız yok mu? Gerçekçi olmak, gerçeğin içinde hapsolmak ve çıkmayı da düşünmemek, istememek demek midir?

Gerçekçilik, içinde yaşadığımız berbat gerçekten çıkmak, kurtulmak için gerekli bir şeydir, ona yarar; o berbat gerçekte çakılmayı, hapsolmayı sindirmemize değil. Gerçekçi olmadan çıkış yollarını bulamayız. Gerçekçi olduğum için orduyu lağvetmeyi öneriyorum; çünkü gerçek şu ki, ordu ölüm getiriyor, ordu sorunları kaba güçle çözme yanılgısını besliyor, ordu şiddeti teşvik ediyor, ordu darbe yapıyor, ordu kaynakları tüketiyor, ordu çocuklarımızı ve başkalarının çocuklarını alıyor, ordu düşman üretiyor…

Bu sorunlar Türkiye’ye has değil şüphesiz; kapitalizm, eşitsizlik ve şiddet üretir. Ama eşit biçimde yayılmıyor bu eşitsizlikler ve şiddet. ‘Bazı ülkelerde darbe oluyor da bazı ülkelerde neden olmuyor?’ sorusunun cevabı da burada zaten. ‘Ordu üzerinde sivil’ denetim denen şey, şimdi AKP’nin alelacele getirmeye çalıştığı şey, öyle herşeyden bağımsız, fileye konulup taşınacak ve monte edilecek bir şey değil. O denetime uygun kurumlarınız, özerk yapılarınız yoksa olacak iş değil. Demokrasi nasıl sadece kağıt üstünde olmuyorsa, iyi bir anayasa yazmakla sağlanamıyorsa, bir parlamento açıp belli aralıklarla seçimler yapmak asgari demokrasi için bile nasıl yetmiyorsa ordunun bir kısmını şuraya, başka bir kısmını oraya bağlamakla da ordu üstünde denetim kurmanız zor.

Ordu üstünde denetim kurabilmeniz için demokratik kurumlarınızın gelişkin olması lazım. Erkler ayrılığının sağlıklı işlemesi lazım. Hukukun üstünlüğünün ihlal edilememesi lazım. Her tür fikre hürmet etmeniz lazım, Sultan Recep Bey’e edilen ‘hakaret’lere bile. Her tür eleştirinin korkusuzca söylenebileceği bir ortam yaratmanız lazım… AKP hükümeti ve Sultan Recep Bey sultası, şöyle böyle yürüyen kurumları ve yapıları bile kötürüm etti; işleyişlerini tamamen çürüttü; zaten kıt olan özerkliklerini kökünden kesti. Karikatürleri dava ederek en dikenli karikatürün tasvir edebileceğinden daha gülünç duruma ve bir iğneli fıçıya düşürdü kendini Recep Bey; tabii Türkiye’yi de böylelikle küme düşürdü.

Sultan Recep Bey iktidarı, en iyi ihtimalle, nefret ettikleri İsrail’in, ABD’nin izinde ama onların fena halde dejenere bir versiyonunu yaratacak. Dolayısıyla ortaya İsrail ile Kuzey Kore arasında, müsamere Osmanlısı kıyafetli bir ucube çıkacak. Herkesin başına bela olacak bir ucube.

Halbuki Kuzey Kore ile ABD/İsrail arasında başka konumlar da var. Küresel Barış Endeksi’nde en yukarıda bulunan ülkeler, askeri harcamaları en az olan ülkeler. İlk beş şöyle: İzlanda, Danimarka, Avusturya, Yeni Zelanda, İsviçre. İlk 20, hatta ilk 40 arasında askeri harcamaları Türkiye’den yüksek sadece bir iki ülke var. Türkiye ise 162 ülke arasında 135. sırada; İsrail 148., ABD 94. Bu ülkede barış teferruat görüldüğü için bir de ayrılık örneği vereyim. Çekoslavakya 1993’te barışçı bir şekilde Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak iki devlete ayrılmıştı. Barış Endeksi’nde Çekya 10., Slovakya 23. sırada. (Institute For Economics and Peace, http://economicsandpeace.org/wp-content/uploads/2015/06/Global-Peace-Index-Report-2015_0.pdf)

Son 200 yıldır hiçbir ülkeyle savaşmamış İsveç’le mesela savaşlar başkenti Avusturya tabii çok farklı. Ama barış ülkeleri liginde yanyanalar (İsveç 13.) Türkiye de bu ligi hedeflemeli, büyük güç olmayı değil. Hükümet, ‘kadim devlet’ uçkurundan Türkiye denen çukura düşmüş şimdiki politikalarıyla toplumu da, bölgeyi de felaketlere sürükleyecek gibi görünüyor.

Halbuki yapılması gereken şey, ‘pozitif barış’ programı uygulamak. Nedir bu? Barışçı bir toplum yaratmak ve sürdürmek için davranışlar, kurumlar, yapılar geliştirmek. Böyle bir perspektifle düşünülmüş politikalar başka birçok alanda iyileşmeye yol açar. Institute For Economics and Peace, ‘pozitif barış’ı sekiz sütun üstüne oturtuyor: Sağlam iş ortamı, yüksek düzeyde beşeri sermaye, düşük düzeyde yolsuzluk, bilginin özgürce akışı, komşularla iyi ilişkiler, başkalarının haklarını tanıma, iyi işleyen yönetim, kaynakların eşit dağılımı.

Bilinmedik şeyler değil tabii, ama bunları geliştirmek barışçı bir toplum yaratmada kesinlikle işe yarıyor. Türkiye, bir düşünün, bu sekiz sütunun hiçbirine sahip değil. Onun için yerlerde sürünüyor zaten. Bin odalı saray yapmakla, bir milyon silahlı adam beslemekle sürünmekten kurtulunamıyor.

Bize ciddi bir barış programı lazım. Ama galiba kimse barışı samimi olarak istemiyor.

Bu yazı Dünya ve Türkiye, Türkiye içinde yayınlandı ve , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın